13 Kasım 2012 Salı

Ya Tutarsa


 İlk göz temasının derinliğinde boğulursan eğer belki bir daha ömür boyu karaya çıkamayabilirsin fakat o derin bakışlarda kaybolursan o an, sonsuza kadar kendini bulmak istemezsin...

Bazı şarkılar vardır, o kadar güzel söylenmiştir ki, dinlerken sabah olur fark etmezsin. Bazı ses tonları vardır, kulağına o kadar hoş gelir ki  -mini mini bir kuş donmuştu’yu-  söylese bile, ‘’abi bu parçayla Eurovision’a gidelim’’ dersin.

Bazı hikayeler vardır,
İçinde kendinden o kadar çok fazla şey bulursun ki,
Kendini o andan itibaren o hikayeye ait hissedersin.

Ve bazı karmaşıklıklar vardır, o kadar tatlı karmaşalardır ki bunlar ne çözmek istersin ne karar verebilirsin ama sonuç aslında çoktan bellidir bilirsin.

 Gönül tellerimizi yangında ilk kurtarılacaklar listesinin başına yazıp,birinci dereceden deprem bölgelerinden en uzak yerlere yerleştirmişken, günübirlik çıkılan bir Pazar gezisinde bebek beşiği misali sallanan bir fay hattı üzerinde unutmuş gibiyim şimdi. Spesifik akşamlarda,melankolik gecelerde,stratejik sabahlardayım. Karşı karşıya içilen iki biranın birbiriyle hiç tokuşturulmamış kadehleri gibi, yakın mısın uzak mı asla belli olmayan, ölçü birimi kayıp, ölçmeye cesareti olanların neslinin tükendiği bir kara parçasında yalnızlığın üzerimde acayip şık durduğu garip zamanlardayım.

 Yan yana yanan biri diğerinden kısa iki mum olsa mesela, hangisi daha önce tükenir acaba? Daha çok yanan mıdır daha çabuk tükenen yoksa daha az yanan daha mı çok kanar diğerinin tükenişini izlerken.
Bir-İki-Üç diye sayıp aynı anda üflese ya mumlar birbirlerine, yanmasa ya ikisi de. Yana yana, eriye eriye, bu yol gider mi acaba bir yere…
 Düş-eşin olabilceğine inandıklarınla oynadığın tavlalarda ard arda atacağınız düş-eş’lerin hayaliyle uyunan gecelerin sabahında Özlem Tekin’in ‘’Hep yek’’ şarkısını uyandırma alarmı yaparak uyanmak kadar çelişkiliyken hayat, nasıl gelmesin ki aşk bize yavan ve bayat.

 Nereden tutarsak tutalım elimizde kalan hikayelerimiz var, mutluluğu tam yakaladık dediğimiz anlarda direkten dönmelerimiz de mevcut elbette peki ya her aşka dönme dolap gibi binmelerimize ve elektiriğin biz en tepedeyken kesilmesine ne demeli ?  Aşkın bittiğinin hatta hatta okeye döndüğünün en yakın şahitleri değilmliydik yıllardır. Yaşadığımız zaman diliminde kalbi olan tek kız kupa kızı değil miydi? O da zaten kumar masalarında harcanıyordu. Sinek vale olmayı göze alıp kendimizi desteye atsak bile aramızdaki elli yabancıyı nasıl atlatacaktık. Yani aşk zordu. Hayatın bize oynadığı en acımasız oyunuydu. Maalesef durum buydu ve ne yazık ki aşk sadece sözlüklerde güven kelimesinden önce geliyordu.

 Şimdi bu kadar olumsuzluğu sayıp üzerine bir de aşık olmaya kalkmak kadar mantıksız bir davranış var mıdır acaba? Ya da bile bile lades olmaya, göz göre göre ateşe atlamaya değecek birine rastlar mıyız bu dünya da?
 

Mucizelerle kazanılan toprakların üzerinde yaşayan insanlarız biz, mucizelere de inanırız, belki bir mucize de bizim için yazılmıştır bir kenarda.

 Öylesine derin bakıyorsun ki bana. İçinde bir tane bile ayna olmayan bir evde bir ömür boyu yaşayabilirim sen içinde olduktan sonra. Aynalarda gördüğüm mü sensin, sana baktığımda gördüğüm mü benim anlamlandıramıyorum hala.

 Evet aşk zor bir ihtimal. Güvenmekse hayal. Mutlu olmaksa sanki rüya ama biz Nasrettin Hoca masallarıyla büyüdük. Gerekirse bir kez daha maya çalarız göle ve beklemeye başlarız sonra.

Ya tutarsa.

''ferhat eskici''

20 Ekim 2012 Cumartesi

Afilli Yanlızlıllar


  Herkesin yalnızlıktan şikayet ettiği şu günlerde yalnızlığın haz verdiği ender insanlardan biriyim galiba. Dönem dönem bana uzak ulan ''a'' ile başlayıp ''k'' ile biten o üç harfli duyguya en uzak kaldığım zaman dilimi içerisinde de olabilirim şuan. İsimlerden bedenlerden çok duyguların ön planda olduğu bir anlayış içindeyim sanki. Kimmiş,neymiş,nereden gelmiş,ne zaman bu kadar yer edinmiş bazen hiçte önemi olmuyor açıkçası. Bugün yanımdadır belki yarın olmayabilir. Hatta bugün en yakınımda olanın belki bir ömür boyu bu kadar yakınıma gelemeyeceği stratejiklikten oldukça uzak, plansız, amansız ve akıl almaz bir hayat akışı içerisinde savrulup gidiyorum. Buna siz duygusuzluk derken başkaları aşırı duygusallığın zaman içerisinde bünye üzerinde yarattığı yan etkiler diyebiliyor cesurca. Öyle veya böyle aslında hiçbir önemi yok artık. Anlaşılma kaygısı hissetmediğim, anlaşılmayı zaten beklemediğim ama beni anlamayı başaranlarla ciddi ciddi mutluluklar ya da başarılar kovalayabileceğim spesifik zamanlar bunlar.
  Yazmanın bana en çok haz verdiği yani gecenin usul usul sabaha yaklaştığı şu zaman diliminde, gözlerimin ekrana bakmaktan kısılmaya başladığını, uykusuzluğun yazabilme kapasitemi her dakika daha da düşürdüğünü de düşünürsek, her zamanki gibi şarkılardan yardım alıp hayatımda olanlara, olmaya çalışanlara, olmak istemeyenlere ya da hiç bir zaman olmayacak olanlara bir şarkıyla gönderelim mesajı.

‘’ Senden hiçbir şey olmaz bana
   Hamurunda ne iyilik ne kötülük yok
   Benden hiçbir şey olmaz sana
   İçimde sana karşı hiç istek yok

   Ne okur ne yazar, ne gezer ne tozar
   Ağlasan da uğraşsan da bu aşk adam olmaz

   Ne yapar ne bozar, ne batar ne çıkar
   Ağlasan da uğraşsan da bu aşk adam olmaz ‘’

Ferhat Eskici

4 Eylül 2012 Salı

Ayraç Hikayesi



Hiç bitmeyecek bir romanın
en güzel cümlesi olabilirdin
altı tükenmez kalem ile
                                  çizilmiş

Oysa kurulan en güzel hayaller
senin kara sularında
düşman gemilerince kurşuna
                                  dizilmiş

Umursamazlığımla;
Türkiye, dünya hatta olimpiyat rekorları kırabilecek
bir seviyedeyken ben
                                aşk bitmiş

Kafa yapıları farklı telden çalarken
ne fark eder ki
aşk ha bitmiş,
                             ha bitmemiş

Biten bir romanın arasından alınıp
bir kenara atılan
ayraç tadındaydı
                                 gidişin

‘’Bundan sonra hiçbir kitabın sayfaları arasında kaybolmam’’
 der gibiydi
‘’Artık başkasını sevemem’’
                                deyişin

Oysa çok iyi biliyordun
sen ayraçtın
ve sırada çok kitap vardı

Gitmeliydin
                            buydu işin 

''ferhat eskici''

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Derin Bayramlar


 Tohumların fidana, fidanların ağaca, ağaçların ormana dönüşmesinin gerektiğini anlatan bol sosyal mesajlı şarkılarla büyüdük ilkokul yıllarında. Sahurun iftara, iftarın oruca, orucun bayrama kavuştuğu şu günlerde ''bayram gelmiş neyime'' şarkısını sosyal medyada paylaşmak gibi klişe düşüncelerim olmasa da yine de bayramların eski tadının olmadığının en öncül savunucularındanım. Tadını tuzunu sorgulama girişiminde bulunmazsak eğer ''bayram'' kelimesi aslında çok hoş geliyor kulağa, özellikle ramazan ayının sonuna eklenen bayram daha bir tutkulu oluyor nedense. Belki de bir aylık emeğin, bekleyişin, orucun sonunda Allah’ın bize bayramı bahşetmesinin tutkusu olabilir. Yine bir başka şarkıda ''ne de olsa kışın sonu bahardır'' dediği gibi, belli başlı sıkıntıların, çilelerin uğraşların sonunda gelen bahar, bayram gibi kavramlar daha bir fiyakalı oluyor. Mesela aynı heyecanı ve tutkuyu çoğu kişinin kurban bayramında yaşamadığını bilirim. Buradan şu sonuca varabiliriz, uğruna emek verilen, sabredilen yeri geldiğinde acı çekilen meselelerin sonundaki mutlulukların değeri her zaman hazır bulunanlardan daha büyük. Ee o zaman sabretmek lazım, beklemek lazım, emek vermek lazım. Sabredelim ki bizim bayramımız da o kadar güzel olsun. Ki zaten kaderimiz ne kadar kötü olursa olsun ve ya her ne kadar hak etmiyor olursak olalım yılda en az iki defa bize bayram coşkusunu yaşatan bir dine inanan insanlarız. Birde buna milli bayramları da eklersek, hatta dini ve milli statüsü olmayıp da adı bayram olan ve çoğu kesimce kutlananları da hesaba katarsak bayram enflasyonu içinde yaşayan hatta hatta ‘’bize her gün bayrammış be’’ bile diyebilecek insanlar olduğumuzu görürüz. Fakat burada daha spesifik bir pencereden bakıp nesnel değil de öznelliğin hakim olduğu bayramların ruh halimiz üzerinde olan etkilerinden bahsettiğimizi de unutmamak lazım.

 Düz mantıkla ramazan boyu tutulan orucun bayrama kavuşturduğunu düşünürsek, aşk hayatımıza da kendi belirleyeceğimiz tarihlerle bir ramazan ayı mı çizmeliyiz ? Aşkın orucunu tutup sonunda bizi götüreceği bayramı bekleyerek mutlu olabilir mi yiz ? Kısmen iki örnek birbiriyle örtüşmese de, ‘’belki de’’ diye cevaplayabiliriz. Nasıl ki oruçlu bir insan gün boyu abur cuburdan uzak kalıyor ve sahur ve iftar gibi iki ana öğünle tüm açlığını giderebiliyorsa, aşka tutulacak oruçta mükemmel aşka yapılacak iftara kadar bizi abur cubur aşklardan uzak tutmaya yarayabilir. Peki ya mükemmel aşk nedir ?  Mükemmel aşk en doğru zamanda en doğru yerde en doğru kişiyle karşılaşıp ona en doğru sözleri etmekle başlar. Bu şartlardan biri eksik olduğunda o aşk bir hiçtir. Bu şartlardan birisi fazla olduğunda da o aşk hiçtir. Kısacası mükemmel aşk 62'den yapılmış tavşan gibidir, eksikliğinde de fazlalığında da hiçtir. Eğer bir aşk yaşıyorsan ve bu aşk mükemmel mi diye sorguluyorsan o aşk mükemmel değildir, mükemmel olan sorgulanmaz hissedilir.

 Nasıl ki oruç tutarken zaman zaman karnımız ağrıyorsa aşka tutulan oruçlarda da kalp ağrısı yaşanabilir, bunun tek sebebi de mükemmel bir iftar beklerken abur cuburla sahuru geçiştirmektir.
 Oysaki sahur menüsünde yazması gereken sabırdan başka bir şey değildir.

''ferhat eskici''

13 Temmuz 2012 Cuma

Paradokslar

Tabularımız üzerine inşa ettiğimiz mutluluklarımız var, hepside kumdan kaleler gibi. Tabularımızsa Japonya’da ki depreme dayanıklı gökdelenler misali, tabularımızı yıkarsak eğer daha sağlam bir zemine oturacak mutluluğun temeli. Al sana paradoksun önde gideni.

  Hani diyor ya şairin biri ‘’kalp mi aşktan çıktı aşk mı kalpten sevgili’’ işte bu kadar karışık bu kadar çelişkili, hatta hatta İstanbul Menkul Kıymetler Borsası gibi çıkışlı inişli günümüzün ilişkileri. İlişki nerdeyse çelişki ile eş anlamlı duruma gelmiş sözlüklerde. Bana ilişmesinlerde nerde çelişirlerse çelişsinler diye düşünen insanlarda var bunların üzerine benimde sosyal ağlardaki ‘’ilişkisi var’’ olan ilişki durumumu ‘’çelişkisi var’’ olarak değiştiresim var çünkü ne kadar şanslı olursan ol 7-7 gelmiyor hiçbir zaman zar. Zara kalmış mutluluklardan edilmez ki hiçbir zaman kar.

  Küçüktük ufacıktık top oynadık acıktık kadar sıradanken çocukken hayatlar şimdiyse demirbaş olmuş o hayatlara paradokslar. Kendini uyanık sanan hatunların uyuyan güzellere taş çıkardığı şu coğrafyada, mektepte beğendiğin bayanın travesti çıkması kadar büyük bir paradoks tarihte bile yokken, sen hala hayatımda problemler var mı diyorsun güzelim ? Ben aslında tüm problemlerini çözerim de yine de sana bir matematik hocası tahsis edeyim. Olur da bir gün yine sendelersen senin matematiğine bedenci mi girdi demesinler sevgilim.

''ferhat eskici''

28 Haziran 2012 Perşembe

Profesyonel Gece Yarısı Cinnetleri


Bazen bomba olup patlayasım geliyor. Parça tesirli, uzaktan kumandalı ya da pimi çekilmiş el bombası hiç fark etmez. Benim için önemli olan özne yani bomba olmak ve de yüklem yani patlamak. Gerisinde kalan zaman mekan kavramının hiç mi hiç önemi yok. Acaba terör örgütünün beynini yıkayıp yetiştirdiği canlı bombalar da benim gibi bir an için bomba olup patlamaya meyil etmiş insanlar mı dır bilmiyorum ama patlamak ve etrafa zarar vermek duygusu albenili bir duygu olabiliyor bazen insanlar için. Bu aslında acı bir olay ama realitesi oldukça yüksek. ‘’ Bir cinnet her şeyi halleder ‘’ diyor ya hani filmin birinde, bu da öyle bir şey galiba. Tavuk kesemeyecek insanların kafa kesmesi, insan öldürmesi, kan görünce midesi bulunan insanların kasap çırağının et parçaladığı gibi insan parçalaması hep bu cinnetin sonucu olsa gerek. Filmin koptuğu, okun yaydan çıktığı o bir anlık hatta daha da kısa olan sürede insanın kişiliğinin birdenbire çok farklı bir boyutta değişip bir canavara dönüşmesini tıp nasıl açıklıyor bilemiyorum ama ben onun bile ‘’insanlık hali’’ çerçevesinde açıklanabileceğine inanıyorum artık.  Çünkü her şey o bir ana bakıyor gerisiyse ağıtlar, feryatlar, figanlar, trajediye dönüşen hayatlar, sağır sessizlikler.

 Katilliği meslek haline getirenlerin soğuk kanlılığına ayrı bir saygım var ya da yine aynı şekilde zevk için veya intikam için seri katil triplerine girip ölüm makinesine dönüşenlerin insan öldürmeyi sıradan bir şey gibi görmelerine de saygım var. Bu kadar ağır, acı hatta canice bir olayı planlayarak gayet özgür ve hür bir iradeyle yapabilmek ve bundan zamanla haz almak çok büyük bir manyaklık olsa gerek. Anlık cinnetlerin getirdiği cinayetlerse tamamıyla istem dışı, çoğu katil kurbanını öldürürken girdiği şok halinin etkisinden çıkınca öğreniyor katil olduğunu ve derin bir pişmanlık duygusuna kapılıyorlar inceden. Kimileriyse durumu fark ettiğinde salağa yatma girişimlerinde bulunup deli triplerine giriyor yalandan kendine zarar verme öldürme ayakları yapıyor ama maalesef hepside nafile. Her temas iz bırakır ve her katil bir gün dört duvar arasına girer bu her yerde böyle.

 Konu buraya nasıl geldi bilmiyorum, yazının başında sadece patlama meyilimden bahsediyordum ama madem buraya geldi bir şekilde bağlayıp sonlandırmak gerekiyor. Şiddet bazen ciddi bir haz konusu olabiliyor hatta şiddet artık sıradan bir haz kaynağı, sadizm çoktan şiddetin önüne geçti. Kesmekten biçmekten öldürmekten zevk alan ve bunu sık sık tekrarlayan insanlar var maalesef. Ya da ben hayattaki bütün her şeyi tattım sadece insan öldürmenin verdiği hisse sahip olmak istiyorum diyerek kendine parayla kurbanlar tutan ultra mega psikopatlar da var günümüzde buna paralel olarak da ben zaten hayatta hiçbir baltaya sap olamadım bari öldükten sonra eşime çocuklarıma faydalı olayım diye düşünüp bu ultra psikopatlara para karşılığı kurban olan aciz üstü insanlarda var.

  Issız bir gece yarısında bir korku film senaryosunun içine sıkışıp kaldığınızı düşünün. Belki çok klişe olacak ama yaşamanız için öldürmeniz gerekiyor. İşte ben ancak böyle bir durumda öldürme taraftarı bir insan olabilirim, yani nefsi müdafaanın ağır bastığı öldürmenin suç işgal etmediği zamanlarda. Yine de bomba olup patlayasım geliyor bazen. Ben bir el bombası olayım ve pimimi sessizce çekin, ardından da sinir katsayılarımla zaman zaman oynayan insanların üzerine beni atıp patlamaya terk edin.

Öldürmek bazen yaşamaktan da tatlı gelebiliyor insana, affedin…

ferhat eskici

Bu Ruh Bedene Fazla


 Ruhumun bedene hapsedilmesini hazmedemediğim zamanlardayım sanki. Astral seyahatler planlıyorum sürekli kafamda, acaba ıssız adalara düşer miyim diye çekiniyorum sonra. Zaten astral seyahat  başlı başına bir ıssızlıktı oysa. Yeryüzünde kaç kişi vardı ki böyle seyahatlere bilet kestiren. Çok büyük bir paradokstu yani toplu astral seyahate çıkma hayalleri. Bu seyahatin toplusu ancak yanımızda bir top taşıyarak yapılabilirdi. Bu da eski sevgiliye uzun zaman sonra rastladığında ‘’çok zayıflamışsın ‘’ deyip yüzünü güldürdükten sonra ‘’ ama karakter olarak ‘’ demek kadar ince bir espri değildi. Zaten devrin espri anlayışı da zayıflamıştı, durum vahimdi. Zayıflayan bataryaların bile karakterleri oldukça sağlamdı, karaktersiz insanların ceplerindeki telefonlara hayat vermeleri onlar için büyük bir şanssızlıktı. Sonuç olarak her şekilde bu ruh bedene oldukça fazlaydı ama bedene indirgenmek zorundaydı.

Duymak,tatmak,görmek,dokunmak,koklamak. Kaç oldu? Galiba beş. Tabi sonra filmlere bile konu olan 6.his var, oysa ben 7.hissim olduğunu bile düşünüyorum bazı zamanlar. Bir hafta olsam kesin 8 gün olurdum, bir yıl olsam 13 ayım olurdu, bir umut olsam 90.dakikada berabere giden dünya kupası finalinde atılacak golün umudu olurdum kesinlikle. Onun için 7. hissimin olduğunu düşünmemde çok ekstrem bir duygu değil benim için. Aklımdan geçenin henüz daha geçişini bile tamamlamadan gerçekleştiği anlarım var benim. Kumbaramda biriktirdiğim Ülker çikolatalı gofretleri vadeli hesaba yatırıp faiziyle aşık olmak, anaparayla pardon ana gofretlerle de düğün hazırlıkları yapmak gibi de üst düzey fantezilerim var bu aralar. Gelin arabamızı da kırmızı bir çek bırak tantanalı vosvos oyuncağı yapacağım. Vosvos mutlaka kırmızı olacak, Behzat Ç.’nin kinden yani. Belki üzeri süslemeli de olabilir 68 kuşağınınkiler gibi. Belki bende gönlümün 68 kuşağını yaratırım kalbime yapacağım devrim hayalleriyle.

Harç bitti inşaat paydos… Para bitti aşk bitti… Yorgan gitti kavga bitti… Bunlar hep klasik hikayeler.
Bu geceyse alkol bitti yazmak da bitti… İyi geceler…

ferhat eskici

7 Haziran 2012 Perşembe

Paralel Yansımalar


bir dilek kandiline yazılıp uçurulan
dilek kadar masumsun

aslında çok uzun zamandır vardın
fakat aslında hiçbir zaman da yoktun
belki artık olursun
belki artık solursun

ne de olsa ikimize yetecek kadar
oksijen var solumak için
ve ikimize yetecek kadar mutluluk da var
beklemek için

oysa zaten beklemek değil mi
bu masalın ana fikri
bir aşk için oldukça yeteneksiziz
tanrı olacak aşkımızın senaristi

eğer öyle olmasaydı
karşılıklı duran berber aynaları misali
karşı karşıya getirir miydi bizi 
birbirimiz için ayna mıydık
hatta aynadan da öte miydik ki 

şimdi ne zaman aynaya baksam
karşımda hep senin suretin
şimdi ne zaman resmine baksam
sanki resimdeki sen değilsin
benim…

işte o kadar değişik olay
bir o kadar da derin
oysa sen derinliği hiç sevmezsin
ama bilirim masalları çok  seversin

çünkü onlar ne derin
ne acımasız
ne de serin…

masallarda ayrı bir parıldıyor gözlerin
gözlerinde ata binmiş ya nasip diyen bir gelin
hayalini kuruyor sıcacık mutlu bir evin…

şimdi sana bu gelinin masalını anlatmaya kalksam
yine tam ortasında uyursun
şimdi sana sıfırdan bir masal yazmaya kalksam
yine ortasında sen olursun

çünkü sen;
bir tarihi tekerrürden kurtaracak
son umutsun…

25 Mayıs 2012 Cuma

Masallara İnanmak


 Bir varmış bir yokmuş diye başlayan masallarla büyüsek de bir varmış bir yokmuş diye tabir edilen mutluluklarımız olmadı hiç. Yani mutluluk yüzdemizi yüzde ellilere bile çıkaramadık. Mutluluk bir vardıysa çok yoktu hatta hatta hiç yoktu… Daha da ötesi var, oldu da ne oldu. Periyodik sancılarımızın periyodik heyecanlara dönüşmeye başladığı bu spesifik, yağmurlu mayıs gecelerinde mutluluğun simgesinin olduğu bir tek bile periyodik cetvel bile bulamamak çok acı. Ateş, su ve topraktan sonra yanlışlıkla tahtanın bile filmlerde elementten sayıldığını düşünürsek mutluluğa hiçbir alanda yer verilmemiş olması acı olduğu kadar da iç karartıcı.
  Mutlu sonun daima filmlerde veya masallarda olduğu bir coğrafya da büyümüş insanlarız biz.  Onun için masallara ayrı bir önem verir ayrı bir yerde tutarız. Bizim için bir defa bile masal anlattığımız insan değerlidir, masallarımızla bir defa bile uyuttuğumuz insanın yeri diğerlerinden farklı bir yerdedir. Vakti zamanında bende çok inanırdım masallara. Deniz Seki’nin ‘’Masal’’ şarkısıyla geçen günlerim, Tiyatro Sahnedar’ın ‘’Masal’’ oyununun afişine bakarak uyuduğum gecelerim vardı. Hatta bir ara kendimi masallara öyle bir kaptırmıştım ki, bir kız çocuğum olursa adını Masal koymaya karar vermiştim. Çünkü ancak masal gibi bir ilişkim olursa bir kız çocuğum olabilirdi. Sonra bir gün baş rolünde kendimin olmadığı masallarda yaşadığımı fark ettim. İşte o gün güneş battı, yağmur başladı, yaz ortasında kar yağdı, mevsimler birbirine karıştı, hayatımın karmakarışıklığı kadar birbirine karıştı dünya düzeni. Mesela nisanın tam ortası kışın başlangıcı ilan edildi, yaz mevsimiyse takvimlerden çıkarıldı, ilkbahar- kış – sonbahar- kış diye ilerlemeye başladı mevsimler. Ortalık karıştı, düzen bozuldu, olaya hiçbir peygamber zamanında müdahale edemedi.Aşk bitti, elinde okey yoktu, dönemedi. Ömür tükendi, aşk tükendi, umut tükendi. Masallar başlamadan bitti. Zaten bu gidişle bir kız çocuğumda zor olurdu. Ve o gün bir karar daha aldım, bir gün kızım olsa da adını Masal koymayacaktım… Her zaman söylerim masallar bize göre değil. Biz masallara göre hiç değiliz. Nede olsa aşırı alkol yüzünden ölenler ile aşırı alkol yüzünden doğanların sayısının neredeyse eşit olduğu bir dönemdeyiz, böylesine şaibelerle dolu bir dönemde çocuklar masal dinlemeseler ne kaybederlerdi ki ? Tabi ki hiçbir şey dediğinizi duyar gibiyim. Çok fazla haksızlık yapmadık mı ama ya, biraz da bardağın dolu tarafından bakalım şu masallara…

  Pamuk Prensesi Prense bu masallar kavuşturdu, Kırmızı başlıklı kızı kurttan bu masallar kurtardı, gerçek hayatımızda tatmadığımız mutlu sonları bu masallar sayesinde  öğrendik ve daha nicelerini bu masallarda tattık… Masal tadında büyüyen insanlarız biz, masal tadında aşkların hayalleriyle yaşarız, masalların hayatımız üzerindeki etkisini asla azaltmayız. Yeri gelir ‘’o senin dediğin ancak masallarda olur’’ diyerek bir birimizin ümitlerini de kırarız, yeri gelir ‘’bana masal anlatmayı bırak’’ diyerek karşımızdakini susturmaya çalışırız ama her ne olursa olsun masalsız asla yapamayız.
  Şimdi gecenin sabaha kavuştuğu şu saatlerde benden masal bekleyen birinin olması kadar güzel bir duygu yoktur galiba, yada senin anlattığın masallarla birinin uyuyor olmasının verdiği hisle uyumak kadar hafifletici bir his var mıdır acaba ? Bunlar aslında cevabının çok ta önemli olmadığı sorular, bunlara sahipseniz eğer gerisinin ne önemi var ?
  Gözlerinde intihar telaşı olan bir çocuğu masallarla uyutmak belki de mutlu bir hayata açılan kapıdır inan, sevmeye ve masallara inandığı kadar mutlu olabilir insan…
Sonunu getiremeyeceğim kadar derin olan bu satırları büyük üstad Feridun Düzağaç’ın ‘’Beni Rahatta Dinleyin’’ adlı albüme yazdığı önsözle bitirmek, bana derin derin bakan o gözler karşısında başımı öne eğmem kadar kaçamak olsa da ‘’fd’’ den iyi kimse bu olayları bağlayamazdı galiba…

''Fırtınalı yağmurlar karşısında bile kurak yürekler gördüm
Yüreğimden düştü, düşten öte gitmedi sevgili öykülerim
Sevinçlerim ;
yanmayan bir sokak lambasıydı yokluğunda fark edilen
ve hüzünlerim
gök kuşağı gibi göz alıcı olsa da 
masallara sağır kalmadı GÖZLERİM...

Uçan kuşları ölü düşleri seviyorum
Tanıdığım insanların çok azını, tanımadıklarımınsa
HEPSİNİ...

İşte bu inanç ve sevgidir seni bana getiren
VE
her çalınışı ve dinlenişi bu şarkıların bir borcun ödenişidir bu sevgiye...

Sana şarkılar söylemeye devam ederim
Sevmeye çıkarsız inanırsan,
SEVMEYE İNAN...
YAŞAMAK ZOR BİR OYUN ''

ve bende sana masallar anlatmaya devam ederim
masallara çıkarsız inanırsan
MASALLARA İNAN...

ferhat eskici




1 Mayıs 2012 Salı

Bana Öyle Orta Şut Karışımı Bakma Güzelim


    Gönül yaylarının gevşediğinin iddia edildiği o kritik iki ayın tam ortalarında bir zaman dilimindeyim şimdi ve bu sene gönül yaylarım oldukça sağlam. Aşka sallaya sallaya bir haller oluyorum bu günlerde, bunun bende farkındayım. Böyle durumlarda benim gibilere edilecek tek beddua ’’inşallah aşık olursun’’ gibilerinden bir şey olurdu her halde. Oysa ben hep aşığım ki,yıllardır aşkın kendisine aşığım ve beni aşka kavuşturan bütün sevgililerimi hala seviyorum J Tamam tamam susuyorum, biraz saçmaladım galiba. ‘’Biraz mı?’’ dediğinizi de duymadım sanmayın ama ne yapayım gizli numaradan arayan kızların seni seviyorum demesi kadar saçma olabiliyor bazen aşk hakkındaki düşüncelerim.
     Aşkın ayaklar altına düştüğü ve seni seviyorumların ağızlara sakız olduğu bir dönemde yaşıyoruz maalesef. Bugün senin için ölen biten,her şeyi göze alan,kendinden vazgeçen aşıkların, yarın dudaklarını büküp masumca bakarak sevgim artık bitiyor demeleri, içinde bulunduğumuz tüketim toplumunun aşklarımızı ne kadar çok etkilediğinin en büyük göstergesi olsa gerek. Maalesef iki salakça kavgayı alttan almayı, geç cevap atılan 3 mesaja trip atmamayı, vaktinde gidilmeyen bir randevuyu görmezden gelmeyi aşk için nelere katlanıyoruz diye yorumlayan hatta hatta bu aşkı ayakta tutmak için neler yaptım ben neler diye eşe dosta dert yanan basit insanlar var. Bu basit insanlar keşke aşkları da kendileri gibi basit yaşasalar. Bir insan hayatında kaç defa aşık olur ki ? Ya da en mükemmel aşkı bulana kadar denemeli yanılmalı mıdır insanlar ? Bu mantıklarla aşık olmaya devam edildikçe elbette aşkların kalitesi de evliliklerin süresi de düşmeye devam edecek. Peki ya eskiden nasıldı bu işler? Neden bu kadar sağlamdı bu ilişkiler ? Keşke 70’lerde doğup da 80’lerde aşık olsaydım diye az geçirmemişimdir içimden. Eski filmleri izledikçe eskilerin hikayelerini dinledikçe aslında aşka olan inancım artıyor. Onlarda olmasa belki tamamen yitirebilirdim bu inancı. Neyse sorumuza geri dönelim hemen, hatta cevaplayalım da kısacık bir hikayeyle. Genç kız, 80 yaşına merdiven dayamış bir çiftin 60 yıllık evli olduğunu duyunca çok şaşırır, ki haklıdır da altı hafta biriyle çıkınca bu ilişkim ne uzun sürdü diyenler var günümüzde. Utana sıkıla sorar yaşlı çifte. 60 yıl aynı yastığa nasıl baş koydunuz ? Yaşlı çiftin gülümseyerek verdiği cevap aslında tokat gibidir. ‘’Bizler yırtık elbiselerin yamandığı, söküklerin dikildiği, kırıkların tamir edildiği bir zamanda doğduk, her şeyin kullanılıp atıldığı ve yerine yenisinin alındığı bir zamanda değil’’ Bu cevabın üzerine ne yazılabilir, ne söylenebilir ki ?
     Şimdi yıl olmuş 2012 hala beni gizli numaradan arayıp da ‘’seni seviyorum’’ diyen kızlar var. Bugün Facebook’tan beni ekleyip ertesi gün ilan-ı aşk eden insancıklar var. Zamanında ayrılmak için bahaneler üretme rekorları kırıp da şimdi barışma rüyalarıyla yaşayan eski sevgililerim var. Yıl olmuş 2012 canlılar klonlanmış, teknoloji, bilim almış başını gitmiş, neredeyse Fenerbahçe bile Türkiye kupasını alacak ama hala bana gelip de yukarıda anlattığım saçma muhabbetleri yapan aşk pıtırcıkları var.
     Sizin gönül yaylarınızın gevşediği Nisan-Mayıs aylarını ben yazın yapılacaklar listesi hazırlamakla geçiriyorum belki aşağılara bir yere ‘’aşık olunacak’’ diye bir madde de eklerim ama sen yine de bana öyle orta şut karışımı bakma be güzelim ben seni kesin üzerim.

Ferhat Eskici

27 Nisan 2012 Cuma

Bir Panel Hikayesi


Beşiktaş taraftarının meşhur bir bestesi (Besteden kastımız aslında var olan besteye yazılan yeni güftedir ama tribün jargonunda adı beste olmuş bir kere) vardır ‘’Yağmurlu bir günde görmüştüm seni’’ diye başlar. İşte bende aynı o şekilde yağmurlu klasik bir Muğla gecesinde yine eve tıkılıp kalmışken Facebook hesabıma gelen bir etkinlik davetiyle görmüştüm Bağış Erten’in okulumuza geleceğini.İnanın o sıkıcı gece de beni başka hiçbir şey bu kadar mutlu edemezdi.Sıradan bir Facebook sayfasında Araştırma Görevlisi Halil Evren Şentürk koordinatörlüğünde düzenlenecek olan Spor Medyası paneline  Bağış Erten’in konuk olarak katılacağını okumak Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü okumak kadar güzel bir his bırakmıştı içimde,hemen o an işi gücü bırakıp tüm saatlerimi panel gününe, panel saatine göre ayarladım bende. Şüphesiz ki Muğla Üniversitesi için özellikle de BESYO için çok güzel ve özel bir gün olacaktı 2012 Nisanının dördüncü salısı.
                Bağış Erten’in yazılarıyla ilk tanışmam lise yıllarıma rastlar. Sanırım 2005 yılıydı, sporla iyice haşır neşir olduğumuz, bakış açımızın daha dar daha fanatik olduğu günlerdi. Sadece spor gazetelerini okuduğumuz zamanlardı. Her nasıl olduysa elime bir Radikal gazetesi geçmişti, sayfalara hızlı hızlı göz atarken ‘’Aşklarda bakım ister’’başlıklı bir yazı çarptı direk gözüme ve altında yine aynı şiirden alıntılar vardı, dizeler Cemal Süreyya’ya aitti ve ben Cemal Süreyya’yı çok seviyordum. Dur bi okuyalım şu adamı kimmiş neymiş, ne yazmış diye başlayıp bir solukta bitirmiştim yazıyı, şuan yazının içeriğini net olarak hatırlayamasam da o yazıdan o gün aldığım tadı hala dün gibi hatırlıyorum. İnternetin henüz her evi işgal etmediği yıllar olduğu için o günden sonra fırsat buldukça yada denk geldikçe okumaya başladım Bağış Erten’i. Daha sonra televizyon ekranlarında da görmeye başladık kendisini aradan geçen yıllarda iletişim çağı bize kolaylıklar sundukça daha düzenli bir şekilde takip etme fırsatı buldum. Okumayı çok seven  hatta yazılan her şeyin okunmak için olduğuna inanan biri olmama rağmen öyle her şeyi herkesi kolay kolay içime sindirip de okuyamayan ben Erten’in her yazısından farklı tatlar alıyordum,işte bu sebeple Londra iklimini andıran sağanak yağmurlu Muğla gecesinde Evren Hoca’nın ‘’Spor Medyası Paneli’’ etkinliğini görünce içim içime sığmamıştı bir an. Derken o gün geldi çattı, 23 Nisan coşkusu yeni bitmişken bu sefer Bağış Erten coşkusu kaplamıştı kalbimizi. Okulda devamsızlık yapmadığım nadir derslerden biri olan Futbol dersini elimin tersiyle itip BESYO’muzun şirin amfisindeki yerimi almıştım. Panel gününü panel saatini zor getirmiş olan ben, bir de amfi’de ilan edildiği saatten yarım saat geç başlayan paneli beklemek zorunda kalmıştım. Olsun, değerdi, değdi de. Derken pembe kazağı ve kendisiyle özdeşleşen şapkalarından birisiyle ufak tefek ama yüreği kocaman bir gönül adamın göründü kapıda. Sunucumuz Bağış Abi’nin hayat hikayesini okurken, Hukuk Mezunu dediğinde salondaki çoğu kişide bir şaşkınlık oluşuyordu, oysa ben Bağış Abi’nin serüvenini  gayet iyi biliyor ve o arada hazır mevzu açılmışken aklıma Hukuk Fakültesi öğrencisi olan kardeşim geliyordu, kardeşim hukukçu olacak, bende hem spor yazıyorum hemde BESYO okuyorum ilerde mezun olduğumuzda acaba ikimizi toplasak bir Bağış Erten eder miyiz diye geçiriyordum içimden tebessüm ederek.Şarkı tadındaydı yani, ‘’kendimi kendimden çıkarsam sıfır kalmaz’’ onu biliyordum,peki ya kardeşimle kendimi toplasam bi Bağış Erten edermi? Neyse neyse nasılsa bu matematik bizi kandırıyor hocam, en iyisi biz panele geçelim bu iş iyice karışmadan. Ardından keyifli sohbet başlıyor, Bağış Abi Evren Hoca’nın önceden hazırladığı soruları teker teker yanıtlayıp soruların içerdiği konular hakkında verdiği güzel örneklerle salondaki herkese pozitif bir elektrikaktarıyordu. Zaman zaman Evren Hocayla göz göze geldiğinde ‘’Yahu Evren ne yaptın sen, bu kadar soruyu ÖSYM YGS’de sormuyor’’ der gibi baksa da, sıcak ortamdan ve güzel sohbetten her haliyle memnun olduğu gözlerinden belliydi. Yıllardır kendisini okusam, programlarını izlesem de Bağış Abi’yi canlı dinlemek ayrı bir zevkti, çünkü birçok farklı alanda bilgi sahibi olan biriydi ve yaptığı sentezler ve tespitler dinlenmeye ve üstünde düşünülmeye değerdi. Hani derler ya atalarımız ‘’bir koltukta iki karpuz taşıyor adam’’ diye, maşallah Bağış Abi’nin koltuğu karpuz tarlası gibiydi. Hem de öyle ön tarafa büyük lezzetli karpuzları koyup arka tarafa kabaktan bozma, aşılı karpuzları sıralayan sahtekâr satıcıların karpuzları gibi de değildi Bağış Abi’ninkiler. Hepsi aynı lezzetteydi bir seri üretim gibi. Laf lafı açtıkça açıyor, gözüm bir ara saatime takılıyordu, panelin başlamasının üzerinden bir saat geçtiğini görünce saatime inanmayıp cep telefonuma da bakma ihtiyacı hissediyor ve boşu boşuna günahını almış oluyordum kol saatimin.
Bağış Abi gayet formundaydı o gün, Alex’in2004 Eylül’ün de kendisine attığı kazıktan, VeniVidiVici günlerine, Banu Yelkovan’ı eşi sanan garsondan Barcelona’ya üye olma süreciyle 3 büyüklere üye olma süreci arasındaki farklara kadar her şeyi ve daha birçok şeyi bir solukta anlatıyordu. Kendisinin de Barcelona’ya üye olduğundan bahsetmeyecek kadar da mütevazıydı. Futbolumuzun gün geçtikçe kötüye gittiğinden, bir futbol kültürü bir tribün ekolü bir türlü yaratamadığımızdan bahsederken ise içi acıyordu adeta ama haklıydı,Türk taraftarların ‘’taraf olmayan bertaraf olur’’ mantığıyla hareket ettiğinin, yeri geldiğinde siyaha beyaz diyebilecek kadar olaylara at gözlüğüyle baktığının maalesef bende farkındaydım. Ardından diğer ülkelerdeki taraftar profilleriyle ülkemizi kıyaslayarak devam ediyorduk sohbetimize. Boğaziçi’nde yüksek lisans yaparken yazdığı tezde Türkiye’de ki 68 hareketini dış devletler ile karşılaştırarak çözümleyen Erten, bu ülkedeki hareket yeni toplumsal gerçeklikler yaratacağına sadece eski yöneticileri indirip yerine yenilerini getiriyor, bu hareketin toplumdan ziyade devlete yönelik projelerinin olduğu tespitinde yaptığı gibi objektif ve net tespitler yapıyordu hem Türk futbolu hem de Türk Spor Medyası üzerine.  Ah bir de her seferinde BESYO’yu ‘’bezyo’’ diye telaffuz etmese daha güzel olacaktı ama o ardışık dil sürçmesi bile yakışıyordu Bağış Abi’ye.
Panelin sonlarına doğru sıranın bana geldiğini hissederek söz alıp,önce kendisinin Tanıl Bora-İslam Çupi sentezi bir tarzı olduğunu düşündüğümü söyleyip acaba bu isimleri kendisine örnek alıyor muydu diye bir soru yöneltiyordum, ardından biraz kendimden yani benimde bir spor yazarı aday adayı olduğumdan bahsedip bana verebileceği tavsiyeler olup olmadığını soruyordum, derken aramızda ufak bir diyalog başlıyor ve panelden sonra görüşelim diyordu Bağış Abi. Haliyle heyecanlanmıştım tabi. O ana kadar panel hiç bitmesin derken bu seferse panel bitse artık diye geçiriyordum içimden. Derken panel bitmesine bitiyordu ama bu seferse 70’li yıllardaki şeker, ekmek, pirinç, gaz, sigara kuyruklarını andıran Bağış Erten'le aynı karede yer alabilme kuyruğu başlamıştı. O merasimde bittikten sonra nihayet Bağış Abiyle oturup iki çift laf ederek üstüne birde beraber çay içme şerefine nail oluyordum. Ardından bana tavsiyelerde bulunması, mail adresini vermesi, yazılarımdan göndermemi istemesi zaten benim için tarif edilmeyecek bir mutluluktu. Son olarak Bağış Abiyle bir fotoğrafta ben çekilip veda ediyorum kendisine. Umarım bu veda içinde birçok merhabalar barındıran bir veda olur. Panelin gerçekleşmesinde emeği olan herkese özellikle de Evren Hocamıza saygılarımı, sevgilerimi ve sonsuz teşekkürlerimi sunuyor ve bu tarz etkinliklerin okulumuzda daha sık olmasını temenni ediyorum.

Ferhat ESKİCİ

15 Nisan 2012 Pazar

Tarihler Önemsiz Olmalı

 Yepyeni başlangıçların adıydı önce, ardından yaşanmamışlıkların kalesi oldu, miladıydı yaşanılıp da yitirilen bambaşka sevdaların, kimi zamansa sıradan bir gündü, merhabaydı, elvedaydı, umuttu, sevinçti, hüzündü... Bugündü...
  Bazı hikayeler vardır, anlatsan inanmazlar. Bazı masallar vardır, başlamadan biter, bazılarıysa başladığı gün biter. Mutlu veya mutsuz her ne şekilde olursa olsun bir şekilde biten masalları kurcalamamak gerek, bugün bunu anladım. Kurcalamaya niyetlensem de elim varmadı kurcalamaya. Durdum düşündüm, bir sigara yaktım kül tablasına koydum usulca ama içmedim yandı bitti kül oldu. Sadece izledim sigarayı, içten içe nasıl yanıyordu, tütün gibi hissettim kendimi ama sadece hissettim,çünkü gerçek tütün ben değil hayatıma gerekli gereksiz, her nasıl olduysa bir şekilde aldığım insanlardı. Aşkı gözünde oldukça büyütmüş bir insandım ben, doğru insanı ararken hiç doğru zaman olup olmadığını irdeleyememiştim oysa, onun için her seferinde ‘’yanlış zaman,yanlış insan, tutunmak imkansız bıktım yamalı sevdalardan’’ dizelerini mırıldanıp durmuştuk. Uyumuştuk. Yine dağıldı konu, yine hayatımız ve aşklarımız gibi çıktı raydan. Zaten ne zaman net bir şekilde net bir konuda yazabildik ki? Bir tek sportif karalamacalarımız sabit konular üzerinde, onlarında burayla alakası yok. Neyse devam edelim.
  Gecenin iyice sakinleştiği, rüzgar seslerinin öne çıkıp cama vuran yağmur damlalarıyla birlikte gecenin ıssız sessizliğini bozduğu bir saatti. Yalnızdım, alkol almamıştım. Dışarıya iyice kulak verdiğimde bu yağmurlu havayı romantik bulup gezen sevgililer yerine, havanın romantikliğinde intihar eden çiftlerin seslerini duyuyordum. Onlara yalnızlıktan sıkılan insanlarda eşlik ediyordu, bir ölüm şenliğine dönüşmüştü dışarısı, sesleri duyanlar ölümü cazip bulup sokaklara düşüyor, birbirlerini öldürüyorlardı. Hemen yatağımdan fırladım, kapıları kilitledim, camların kapalı olduklarını tek tek kontrol ettim, aslında bir an bende düşündüm dışarıdakilere katılmayı ama bir sürü insanla aynı gecede aynı şekilde ölecek kadar sıradan değildim, üstelik yağmur yağıyordu ve ben suyu pek sevmiyordum.
  Perdeyi de çektikten sonra kendime bir nescafe yaptım ve tekrar uzandım yatağıma, başucumda duran kitabı aldım ve okumaya başladım. Dışarıda intihar eden son kişinin de ölmesini bekledim, derken güneş doğdu, derken sesler kesildi ama yağmur inceden inceden devam ediyordu. Son bir kez dışarı baktım, herkes ölmüştü, ele ele tutuşarak ölmeyi hayal eden yada ‘’ayrılsak ölürüz biz’’ şarkısını fazla kaçıran herkes bahaneyle ölümü aradan çıkarmıştı. Saat 9’u bulmuştu, artık uyuyabilirdim. Kitabımın arasına ayracı özenle yerleştirdim, kitabı başucuma bıraktım. Usulca başımı yastığa koydum ve gözlerimi kapadım. Ve gün bitene kadar uyudum.
  Anlatsam kimsenin inanmayacağı hikayelerim var benim. Hani film gibi denilenlerden, yazsan roman falan da olur diyorlar. İşte o hikayelerin hepsinin başlangıcı, bitişi, dirilişi, silinişi aynı gündü. Bugündü…  Ben uyudum O öldü.

ferhat eskici

4 Nisan 2012 Çarşamba

Pinokyosal Aşk


  Karmakarışık duygular içindeyken tanış benimle, şıp diye aşık ol bana. Gözlerimin içine bakarken boğul, omzumda uyurken kendinden geç. Ben kendi halimde televizyon izlerken habersiz fotoğraflarımı çek, bana aşkı anlat ihanetten bahset. Benim tuttuğum takımı tut sende, sinemaya gel benimle,filmi değil beni izle,bana beraber mutlu olabileceğimizi söyle, kandırmaya çalış beni, kanayım hatta sana…
Sen bana aşkını anlatırken aşkın tılsımını çalmışlar, aşk ölmüş be güzelim gömmeyi unutmuşlar…
  İki el tavla oynayalım da tavla beni, yendiğinde şans senden yana olsun yenildiğinde ben zar tutuyor olayım, işine nasıl geliyorsa öyle yorumlayalım. Yanık oynayalım sonra, birbirimize yanacağımıza kağıtlara yanalım, birbirimizi yakalım. İddaa kuponları yapalım ortak, ilk yarılara 2 ikinci yarılara 1 yazalım hep imkansızı arayalım. Beraber maçlara gidelim, aynı formaları giyelim, takım yenildiğinde sende üzül benle, gol kaçıran forvete küfret, kötü oynayanları eleştir kendince...
Sonra kavgalar edelim, birbirimize küselim, bir gece ağlamaklı sesinle de ki bana içimdeki Ferhat ölüyor, zaten aşkta bitmiş be güzelim okeye dönüyor…
  Dayanamayalım ayrılıklara koşalım üç gün sonra birbirimize. Artık hiç ayrılmayacağımız masalına kendimizi inandıralım, evlilik hayalleri kuralım, çocuklarımıza isimler bulalım. Geleceğe dair planlar yapalım. Evlenince hangi şehirde yaşayacağımızı bile tartışalım. Sonra ben seni annemle tanıştırayım hatta sende ona anne de. Hatta biraz daha abart oğlunu ömrüm boyunca seveceğim ben de, oğlun benim hayatım ben onsuz yaşayamam, kalbim ilk gördüğüm andan beri onun için çarpıyor de…

Nasıl olsa annem de benim gibi pembe tablolar insanı, at yalanı s.keyim inanmayanı…

ferhat eskici

Enlem Boylam Geyikleri


  Kendisine ‘’biz ayrı dünyaların insanlarıyız’’ diyen sevgilisi hakkında ‘’ben iki dünya olduğunu sanan bir malı mı sevmişim’’ diye düşünen şairi severek okumamış olsam, belki bende senle ilgili aynı tespitleri yapardım. Ayrı dünyaların insanları olmasak da nüfus cüzdanlarımızın kütük kısmında alenen yazdığı gibi farklı coğrafyaların insanlarıydık seninle. Doğup büyüdüğü şehre aşık, kafası genelde güzel olan insanların yaşadığı bir kentin çocuklarıydık biz, gurbet ele gidince memleketimizi özler geri dönmek için şafak sayardık, sizse memleketinizde yaşarken bile nefes alabilmek için başka şehirlere giderdiniz. Sizin için memleket demek nüfus cüzdanındaki doğum yeri kısmında yazan kelimeden başka bir şey değildi, ne elemdi. Onun için aşklarınız bile sistematikti, hesaplanan sevgiler üzerine kitaba uygun aşklar yaşıyordunuz, kızların giderine bakan insanları ayıplarken erkeklerin gelirine bakıyordunuz. Bizdeyse sınırsız özgürlük demekti aşk, doğaçlama yaşanırdı, kim kimi severse onunla evlenirdi, suni mutluluklara inat organik sevdalar peşinde koşan insanlardık biz. İyi ki de öyleydik. Şimdi seni karşıma alıp da bunları anlatmaya kalksam ‘’ bana edebiyat parçalama ‘’ dersin, ama ben sen anlayasın diye ilkokul fişlerindeki gibi konuşamam ki!
  Ali ata baksa ne olur bakmasa ne olur? Emel’in eve gelip gelmemesinin telaşı bize mi kalmış? Işık’ı niye ılık süt içmeye zorluyoruz belki kız sıcak süt seviyor. Ya da sen gitsen ne fark eder kalsan ne fark eder? Bunlar bir takım dayatmalar. Yeni yeni fark ediyorum neden ilkokul fişi gibi konuşulduğunda daha iyi anladığını. Bir an olsun aklımdan çıkmış sanki senin dayatmaların başkentinde büyüdüğün.

  Çocukluğumu anlatırdım sana, çocukluğumun hayallerinden bahsederdim, Dolmabahçe’nin çimlerinde koşup deniz tarafındaki kaleye attığım goller olurdu hayallerimde. Senin çocukluk hayallerindeyse hep özgür olmak vardı, oysa ben hiç özgür olmayı hayal etmedim çocukken, çünkü özgür doğup özgür bir çocukluk yaşamıştım ben. Özgür olmam için ne 18’i doldurmama nede ailemden uzak şehirlere gitmeme gerek vardı. Özgürlük kavramını bile geç yaşlarda öğrenmiştim ben, çünkü benim için oldukça sıradandı. Ekmek gibi undan su gibi doğadandı ama hep sıradandı. Biz hayallerimizin peşinden gidiyorduk, sizse size başkalarının yazdığı senaryonun içinde boğuluyordunuz, ara sıra yanlışlıkla isyan edip senaryoda bir sahneyi kendi insiyatifinizle değiştirdiğinizdeyse buna özgürlük diyordunuz. Ne güzel kendinizi kandırıyorsunuz.
  
  Şimdi aşka olan inancını onlarca kez kaybedip on birlerce kez yeniden kazanan bir insan olarak aşkın denklemini kurmaya çalışan herkesi bu satırlardan bir kere daha kınıyorum. Aşkın rotası çizilmez, aşkın tanımı yapılmaz çünkü aşk en büyük tanımsızlıktır ve bu tanımsızlık aşkın büyüsünü yüzyıllardır canlı tutmaktadır. Belki de aşk hiç yoktur yıllardır insanlar birbirlerini kandırmaktadır.
  Ne bileyim belki bu satırları yanlışlıkla, tesadüfen birileri okurda bu çocuk sosyal değil direk mesaj kaygısı taşıyor eski sevgiliye diye düşünürse, tekrardan hatırlatmak isterim, dedik ya bir kere ‘’bu satırlarda anlatılan tüm kişi ve olaylar tamamen hayal ürünüdür’’ diye.
 Yukarıdaki tüm karmaşayı birazcık argo bir jargonla da olsa özetlemek gerekirse :
  ‘’Söz vermek g.t vermeye benzemez’’

ferhat eskici

27 Mart 2012 Salı

Suni Tesadüfler


  Gizli saklı olması gerektiğine inandığın tüm yersiz gizemleri bir şekilde çözmeye programlanmış bayat bayram şekeri  tadında tesadüflerim var benim. İstihbarat sektörüne girmiş olsaydım eğer yılın istihbaratçısı ödülüne her sene aday gösterilirdim. Attığım oltayı fark edip uyanıklık yapan balığı psikolojik olarak bezdirinceye kadar aynı oltayı aynı yere atıp oltayı denizin bir parçasıymış gibi sıradan hissettirerek yemi yutmasını sağlıyordum balığın. İşte bu suni tesadüfler aylarca kaçılan boş muhabbetlerin ve hiç yoktan yaratılan birde önemliymiş gibi üstünde durulan yersiz gizemlerin bir anda yanıp bitip kül olmasını sağlıyordu. Sıradan bir ‘’neredesin’’ sorusunun cevabına devlet sırrı muamelesi yapan ve bu cevapsızlığı sınırsız özgürlük sanan insanlar oldukça bizim gibi küçük şeylerle mutlu olan insanların çizgi film izlemesine de gerek kalmıyordu, zaten önümüze gülmek için bol bol malzeme çıkarıyordu çakma 007'ler. Ve bizde gülüyorduk, görüyorduk, biliyorduk ama salağa yatmaya devam ediyorduk.
  Küçük yaşlarda küçük dünyalarında yaşadıkları küçük sıkıntıları gözlerinde büyüterek kendilerini feleğin çemberinden geçmiş gibi gören insanlar bir gün hayatın gerçek sıkıntılarıyla burun buruna geldiklerinde dünyanın kaç bucak olduğunu fark edebilecekler mi acaba ?  Peki ya Kennedy ailesine taş çıkaracak şekilde hayatta başına gelmeyen kalmamış şahsiyetler bile hala yaşama tutunmak için umutlarını sulayıp filizlendirirken yaşadıkları ilk olumsuzlukta pes eden insanları ne yapacağız ? Ciddiyetin hakim olduğu satırları aslında hayatımızdan kesip atmak gerekirken yazılarımızda gayriciddi bir satır bulamazsak ne yapacağız ? Şimdi sen marifetmiş gibi bırakıp gittin ya hani, bizde bu durumdan kısmen mutluyuz, olurda bir gün dönmeye kalkarsan işte o zaman ne yapacağız ?  Sorular zincirleme bir hal almışken aslında cevaplar hep aynı : ‘’takmayacağız, tak açacağız’’ ( elbette yedigün’den bahsetmiyorum )
  Gecenin sabaha bir türlü kavuşamadığı zamanlarda, kalbimizdeki ince sızılar inceden inceden  etkisini arttırırken uzak diyarlarda kendisini kandırma antrenmanlarına son hızla devam eden birinin varlığını düşünmek geçmişe sünger çekmek için oldukça somut bir sebep olsa gerek ve herkese bin bir farklı şekilde anlatılan hikayenin özeti aslında şundan ibaret. Sana beni sorarlar elbet, hissederim unuttum dersin.Duyarım gülersin,gezersin,eğlenirsin ama bilirim hala benim sana önerdiğim şairleri okur, hala benim sevdiğim şiirleri seversin. Benim dinlediğim şarkıları dinler, hala benim yaptığım espirileri hatırlar kendi kendine gülersin. Kendi kendine yazık edersin…
  Daldan dala atladığım bir başka karanlık gecenin daha sonuna yaklaşırken, daha önceki yazılarımın aksine genellikten daha çok özelliğin hakim olduğu bu satırların pişmanlığını yaşamıyorum dersem yalan olur açıkçası ama yapacağım son bir hatırlatmayla hem kendimi hem de bu yazıyı okuma hatasına düşüp de kafası bir milyon olan herkesi kurtarmayı boynumun borcu biliyorum.

‘’Bu satırlarda anlatılan tüm kişiler ve olaylar tamamen hayal ürünüdür‘’

ferhat eskici


14 Mart 2012 Çarşamba

Yazmak da kifayetsiz kalıyor bazen...


Hatıraların bünyeyi sarsmaya başladığı, takvim yapraklarının genelden özele doğru gittiği şu lanet olası soğuk mart gecesinde bu şarkıyı dinledikten sonra oturup bir şeyler yazmaya kalkmak haksızlık olurdu bu şarkının ortaya çıkmasında emeği olan herkese.Ki şarkı yazılabilecek olan bir çok şeyi anlatıyor zaten. Lafı uzatmayalım ve 1989 yılında ilk defa kulakları okşamaya başlayan bu şarkıyı hep beraber dinleyelim...


uçurum uçurum gözlerine baktığım sensin
prangalarca boynuma taktığım sensin
dağ gölleri gibi gibi hasret çektiğim
her gece uyku diye yattığım sensin

yanarım yanarım tutuşur yanarım
kavurur ateşim seni de beni de belalım

gün değmemiş ormanlarda yittiğim sensin
ömrüme ömür diye kattığım sensin
deli deli boranlarda aç denizlerde
teninin tuzunu canım tattığım sensin

yanarım yanarım tutuşur yanarım 
kavurur ateşim seni de beni de belalım

damga damga göğsüme vurduğum sensin
öfke dolu şehirlerde bulduğum sensin
yer nerede gök nerede ben neredeyim
diye diye sınırlara geldiğim sensin

yanarım yanarım tutuşur yanarım
kavurur ateşim seni de beni de belalım

Söz: Sezen Aksu , Zülfü Livaneli - Müzik: Zülfü Livaneli - Düzenleme: Onno Tunç , Atilla Özdemiroğlu
Albüm: Sezen Aksu Söylüyor
7 Eylül 1989

7 Mart 2012 Çarşamba

Kumar Olsan Oynanmazsın


 Tüm kumar oyunlarında kaybedilen bir gecede insanın sevdiğine kavuşacağını düşünmesi oldukça aptalca bir iyimserlik olurdu herhalde. Oysa çok büyüleyici ve etkileyici bir o kadarda klişe bir yalandı ‘’kumarda kaybeden aşkta kazanır’’ hikayesi. Kumarda kazanmayı aşkta kazanmaya tercih ederdim oysa ben. Çünkü aşk kazanılmayacak kadar zor bir oyundu. Hatta kazanmaya cesaret edilemeyecek kadar iticiydi artık. Aslında aşk hayatta oynanacak en büyük kumardı, yani insanın birinde kaybederken diğerinde kazanması çok çelişkili bir durumdu, şairin dediği gibi bir tavla oyunundan ibaretti aşk, bizse bu oyunun pullarıydık ve birinin kazanması için illaki diğerini kırması gerekiyordu. Yani aşk bünyesinde kırmaya meyilli kırılmaya mahkum oyuncular yetiştiriyordu ve bazıları her zaman zar tutuyordu.
  Tutulan her zar senaryosu kısıtlı aşk filmlerinin tadını bırakıyordu bizde, 80’lerdeki gibi ya zengin kız fakir erkek yada fakir kız zengin erkek yani genel olarak hep imkansız aşk, başka da bir ihtimal yoktu. Çünkü ne kadar zar tutulursa tutulsun hiçbir zaman 7-7 gelmeyecekti. Acaba mutluluk 7-7’de miydi ? Yani hiç mi gelmeyecekti? Yok yok olmadı bu, 80’ler falan deyince iyice havaya girdik,bildiğin fakir edebiyatına da bağladık.  ‘’Mutluluk hiç mi gelmeyecekti  diye soracağına, şimdiye kadar hangi mutluluğuna sahip çıkabildin diye önce bir kendine sor’’ demezler mi adama. Derlerse eğer, bende haklısınız derim,olaysız bir şekilde dağılırız.
  Şimdi soğuk,ıssız ve yalnız bir Mart gecesinde, aşka ve aşkın hayatımıza getirdiklerine dair şöyle uzun uzun düşündüğümde, aşkın getirdiklerinden çok götürdüklerinin olduğunu fark etmem o kadar uzun sürmüyor maalesef. Her giden alıp bir şeyler götürürken benden ve ben bunu bile zar zor kabullenmişken en son gidenin beni dahi benden alıp götürmesi hiç de adil değildi. Zaten adalet aşkın değil mülkün temeliydi.

ferhat eskici

12 Şubat 2012 Pazar

Adı mektup,tadı intihar

Sevgilim sana şuan bu satırları bir ‘’f’’ klavyeden yazıyorum, çünkü gittiğin günden beri ters düz oldu hayatım. Hatta bu terslikle doğru orantılı olsun diye önce bu mektubu sana Arapça yazmak istedim, fakat henüz o yeterliliğe sahip değilim, şuan için ‘’f’’klavye en iyisi. Sana bu mektubu postaneyle değil kargoyla göndereceğim. Çünkü bir mektuptan çok daha fazlasını taşıyacak içinde,sığmaz öyle zarfa,posta kutusuna,postaneye…

Sevgilim sen bu satırları okuduğunda belki de ben artık olmayacağım. Mesela Facebook hesabımı kapatacağım, her gece havuçlu kek tadında paylaşımlar yapmayacağım. Twitter’a son bir veda twit’i yazıp bırakacağım. Hatta hatta laptop’u mu da Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağışlamayı düşündüm ama içinde bulunan onlarca yazıyı çocukların okuyup ta delirmesini istemedim onun için bilgisayarımı çöpe atmaya karar verdim.

Sevgilim sen bu satırları okuduğunda belki de ben artık olmayacağım. Mesela cep telefonu kullanmayacağım artık, hattım tüm kısa mesajlara kapalı olacak. ‘’Aradığınız kişiye şuanda ulaşılamıyor’’ değil de, ‘’Ulaşamadığınız kişi şuanda aranamıyor’’ diyecek telesekreter. Sms paketimde kalan kullanılmamış mesajları ‘’hmm,ok,kib,bye’’ tarzında mesaj atan liseli aşıklara bağışlayacağım. Birbirlerine her mesaj attıklarında gökyüzünden bir yıldız kayacak ve ben mesajlarımın boşa gitmediğini anlayacağım. Kısa bir süre sonra saman yolu kayak pistine dönecek, bu sürekli kaymalar istenmeyen gebeliklere sebep olacak. Aldığım bu karar yüzünden pişman olacağım ama yıldızlar kaymaya devam edecek. Ben de bulutsuz havalarda gökyüzüne bakmayacağım...

Sevgilim sen bu satırları okuduğunda belki de ben artık olmayacağım. Mesela bu şehirden taşınıp ıssız bir dağ köyüne yerleşeceğim, mesela alkolü bırakacağım, zaten köyde alkol bile satılmıyor olacak. Çay içeceğim ben de. Sütlü çay,ballı çay gibi İngiliz fantezileri deneyeceğim sıkıntıdan. Bir süre sonra boğma rakı yapmayı bilen Ali dayıyla tanışacağım köy kahvesinde. Yine rakı içeceğim, yine sarhoş olacağım ve yine seni hatırlayacağım,ne kötü değil mi ? Televizyon izlemeyeceğim, gazete okumayacağım. Akşamları okey yerine köyün çocuklarıyla beştaş oynayacağım nasıl olsa o da taş bu da taş, beni canlı koyduğun mezarıma diktiğinde taş. Kağıt oyunlarıyla arama mesafe koyacağım ne batak ne de ihale oynayacağım, aşkımızdan üzerime kalan o büyük ihaleden sonra,başka hiçbir ihalenin üzerime kalmasına izin vermeyeceğim. Belki köy kahvesindeki dayıların ısrarını kırmayarak pişti oynarım onlarla ara sıra, o da sırf çok ısrar ettikleri için, o da sırf seninle bir gün hala pişti olma ihtimalimize inandığımız için.

Sevgilim sen bu satırları okuduğunda belki de ben artık olmayacağım. Ölmeyeceğim mesela. Hayatın tüm saçmalıklarından, insanın beynini uyuşturan teknoloji denen tek dişi kalmış canavardan uzaklaşmış olacağım. Sosyal paylaşım uğruna asosyalleşen bir neslin üyesi olmaktan kurtulacağım. Radyo falan da dinlemeyeceğim, şarkılarla olan ilişkime son vereceğim, olur da çok zorda kalırsam köydeki sesi güzel olan o masum kızdan senin en sevdiğin türküyü söylemesini isteyeceğim. Köylü kızı söyleyecek,ben biteceğim hatta okeye döneceğim. Şarkıda bittiğinde Ali dayıya gideceğim, Ali dayı dolduracak ben yine içeceğim.

Sevgilim sana bu satırları yazdığım ‘’f’’klavyeye şuan rakı döküldüğünü de itiraf etmeden geçemeyeceğim… Ama birazcık,yani zararsız… Yani kırdığım şu pot kadar masum fakat geçmek bilmeyen bu ıssız geceler kadar arsız ama her şey rağmen su gibi berrak,yalansız… Bana bunları yazdıransa o bulanık suyun kudreti, karesi 961 eden sayı bile olsa sensiz çekilmeyecek şu hayatın vahameti… Bilirim laf kalabalığını sevmezsin sen sevgili, bu yazdığım satırlar kendini imha etmeye hazır bir canlı bomba misali, senin anlayacağın şekilde bu işin tercümesi…

‘’ne sen bu satırları okuyacaksın, nede bu satılar görecek gözlerini’’

ferhat eskici

7 Şubat 2012 Salı

Bırak bu Ajax'ları sevgilim,Gel biz Barça'yı seçelim

( Bırak bu ayakları sevgilim,gel biz mutluluğu seçelim )


‘’Şimdi senden vaz mı geçmeli, masal olup yola devam mı etmeli’’

Windows Media Player’da ‘’karmakarışıkötesi’’ adlı bir liste yapmışım kim bilir ne zaman, hangi ruh haliyle. Rastgele çalıp giderken şarkılar bir tanesi daha bir yer etti o an beynimde. ‘’Şimdi senden vaz mı geçmeli’’ diyordu, yoksa masal mı olsam, yola devam mı etsem Ferhat olup dağları mı delsem tadında gidiyordu şarkı. Yahu dedim nasıl karmaşık bir ikilem bu, böyle karışık bir listenin böyle bir karmaşıklığa sebep olması düz mantıkla baktığımızda kuponlarda banko olarak oynanması gereken bir mevzuyken, kupada 4 büyükleri eleyen 3.lig takımlarının verdiği tadı bırakmıştı bende. Öylesine vahimdi yani durum,öylesine sürprizdi.. Oysa şarkıda bile iki ihtimal vardı ya yola devam edilecek ya vazgeçilecekti, peki ya biz hangisini yapacaktık. Her iki kararı da almamamız için milyonlarca neden sayılabilirdi. Üstelik ‘’son bilmem kaç yılın en soğuk kışı geyikleri’’ karar alma mekanizmalarımızı bile dondurmuştu. Kararsızdık.İçip içip sızdık.Ayıldığımızda şarkıda her işte bir hayrın olduğundan da bahsediliyordu. Ayrılık ta her iş kategorisinde değerlendirilebilirdi, o zaman ayrılıkta da bir hayır vardı. Bardağa birde boş tarafından baksak diyordum ama bardak teknik olarak hep doluydu. Sıvıyla değilse bile havayla. İşte optimistlik bu kadar işlemişken kanımıza, sen gelmesen de olur sevgili, ben zaten Pollyanna’yı seviyorum demek istiyordu insan. Masal olup yola devam etmeli derken masallarda Pollyanna’yı tavlamak değil asla amacım. Aslında yanlış anlaşıldım. Pollyanna sadece arkadaşım…

Yok yok masallar bana göre değil. Masallar kahramanlar için. Jordan bile yaptığı onca kahramanlığın karşılığını Space Jam’de oynayarak aldı. Masal olmak zor iş. Bir aşk masalı olmak BBG evinde yaşamak misali sanki, düşünsenize size özel hiçbir şey yok, özel hayatınız herkesin dilinde. Ne işimiz var BBG evinde.

Peki ya vazgeçmek ? Hayatta vazgeçebileceği tek şey vazgeçmekten vazgeçmek olan bir insan için vazgeçmenin imkansızlığını anlatmak ne kadar zor, yada ne kadar basit kısa ve öz.

O zaman bize yine klasik avuntular kalıyor, zaman her şeyin ilacı, bekleyelim her şey yoluna girer, yarın ola hayrola ve daha nice türevleri, integralleri hatta daha anlamını bilmediğim bir sürü matematik terimleri… Matematiği de sevmediğim gibi sevmiyorum hiçbirinizi.

Sevgilim aslında ben böyle deli gibi hiç düşünmesem, beş kuruşluk aşkımızın kaderini beş kuruşla mı çizsem ? Bir an için seni cebimin en ücra köşelerinde dilenciye verilmek için bırakılmış o beş kuruş kadar değersiz hissetsem. Pervasızca o beş kuruşu havaya atıversem. Yazı gelsen diyorum mesela yani bir daha aklıma hiç gelmesen. Ya da tam yazı gelecekken yerden bir kere daha seksen, tura gelsen,hiç aklımdan gitmesen… Oysa sen, beni ateşe atıp atıp izlemeyi çok seversin, her şeyi göze alsam,atsam seni bir para gibi, yine beni deli edersin.Dik gelirsin…

ferhat eskici

5 Şubat 2012 Pazar

Saçma sapan

Çoğu zaman bir yazıya bir şiire ya da başlangıcı yapılacak herhangi bir şeye nasıl başlayacağını bilemez insanlar. İşte bu eksikliği bir kere daha fark edince bunu yazarak başlayıp kendimi kurtarayım dedim şu kararsızlıktan. Galiba aşk acısı çekiyorum ve galiba mutsuzum ve ve ve galiba bu beşiktaş’ta adamı öldürecek. Neyse Beşiktaş mevzusuna girersem çıkamayacağımı düşünüyorum ve bu geceyi de unuttuk artık önümüzdeki acılara bakacağız diyorum.

Ruhun acıyla beslendiği zamanlarda daha çok yazan bir insanım ben. En güzel şiirlerimi hep acı çektiğim zamanlarda yazmışımdır ki zaten mutluyken ne yazabilir insan. Mutluyken yazılan her cümle özünde bir ‘’seni seviyorum’’ ken ne kadar yaratıcı olabilir insan? Ya da tüm yazılanlar seni şöyle seni böyle seviyorum’lara çıkmıyor mu aşıkken? Birde aşkın acısını yaşarken ya da olmayan bir aşkın acısını yaşayacak kadar bu modu sevdiği zamanlar varken bile şiir yazamadığı zamanlar oluyor şairlerin. Şair olduğumu iddia etmiyorum ama galiba bende böyle bir zaman dilimi içerisindeyim şuan. Şiir eski çekiciliğini kaybediyor galiba, bende onun yerine böyle upuzun, uçsuz bucaksız yazmaya itiliyorum sanki, yani şuan ki gibi yazmak daha keyifli geliyor bana. O zaman durmak yok yazmaya devam.

Bazen sırf geri dönebilmek için gider mi insanlar ? Gidenleri beklemeli mi yiz biz geri dönmeleri için ? Aşkın acısı kaç günde geçer ? Bir kalp kaç defa kırılır ? Babam böyle pasta yapmayı nerden öğrendi ? İşte bunlar hep cevapları muamma olan sorular. Sıkı reklam takipçileri belki pasta olayının cevabını hemen verecekler Dr.Oetker diyecekler ama bu da doğruluğu kesin bir cevap değil maalesef, şayet gençliğinde pastane çıraklığı yapmış babalarda gördüm ben J Neyse neyse konumuz zaten pasta değil ve şuan fark ettim ki aslında bizim bir konumuz bile yok. Sezen Aksu gibi hissettim kendimi hani yıllar önce o asık suratıyla ‘’bir kedim bile yok,anlıyor mu sun? Hadi gülümse ‘’ diyordu ya o güzel şarkıda işte aynen öyle bir ruh halinde hissettim kendimi. Yazacak bir konum bile yok,anlıyor mu sun ? Hadi gülümse… Hatta belki şehre bir film gelir, bir güzel orman olur. . . Sezen ablamızıda andıktan sonra devam edelim yazmaya ve şuan hala bu satırları okuyup ta ne saçmalıyor bu Ferhat diyenleriniz varsa eğer zaten hayatta saçma olmayan ne var diye de sorarım sizlere ? Zaten sende saçma sapandın be sevgilim, belki de ben senin saçma sapanlığını sevdim… Belki av tüfeği fişeğinden çıkan saçmaların bir tekiydin, belki de bir çocuğun masum kuşu öldürmek için eline aldığı sapan'ın ta kendisiydin ama hep hedef bendim... Olsun be sevgilim sen hep saçma sapandın, ben de hep seni sevdim...

ferhat eskici

31 Ocak 2012 Salı

Anlam aramaya lüzum yok

Gecelerin sonsuzluğunda kaybolmuş sevgililer gibi kaybediyoruz kendimizi. Kim di, neredeydi, ne zaman gitmişti, dönme ihtimali neydi, onları bile hatırlamazken üzülüyoruz işte. Çünkü ruhun mayası acı olmuş bir kere ve tutku derecesinde seviyoruz acıyı. Ruh güzelliğimizle yaptığımız pastalara isot atmadan edemiyoruz. Acı çekerken derinleşiyoruz,acı çekerken yazmaya başlıyoruz. Bu nasıl bir lanettir anlamıyoruz. Mutluluğu yaşamayı bilmeyen garip bi nesiliz biz, zaten o yüzden nasıl davranacağımızı da ne yapacağımızı da bilmiyoruz mutluyken. Mutluyken sıradan basit insanlar oluyoruz. Ciddi bir ilişki yaşamak falan kesinlikle bize göre değil. Biz kalbimizin bir yanı sızlamayınca hayattan zevk alamıyoruz. Gerçi buna da zevk denilmez ya neyse. Lafın gelişi işte… Bize benzeyen şairlerin olması, bizi anlatan şarkılar duymak, içinde kendimizden bişeyler bulduğumuz filmler izlemek mutlu ediyor bizi… İşte o yüzden acısını çekmediğimiz aşklar bizim için sıradanlaşıyor galiba zamanla. Aşkın temelini acıyla atmadan çıkamıyoruz 2. 3. Katları..

Rahmetli iyi insandı vallahi billahı iyi insandı ama bakın bunu ben söylemiyorum kesinlikle. Bi arkadaşım söylüyor benim haberim yok. Ben sadece öldüğünü duydum. Ne cenaze namazına gittim ne defin işlemlerine tanık oldum. Ölmüş dediler, çok ta kolay söylediler. Tanıdık değil söyleyenler, içimdeki sesler…

Acıya indirgenmiş aşklar yaşıyorsak eğer şüphesiz ki reenkarnasyona bile inanan insanlarız biz. Belki ölmemişsindir, belki çıkar gelirsin. Gelmesine gelirsinde beni bulabilir mi sin ? Çok zor çok.

ferhat eskici

17 Ocak 2012 Salı

aşka dair

aşkı tanımlamaya çalışmak
aşkın yaşanacağı zamandan çalmaktan başka bir şey değildir

ve aşkta bir kere yanılmak
bir sonrakinde de yanılacağın anlamına gelmemektedir

en mükemmel aşka ulaşıncaya kadar kalbimizi kanatan platonik dikenler
mükemmelliyetimizin bir parçasıdır belkide

ve bu yüzden biten aşklardan sonra söylenen en büyük yalan
''artık sevmeyeceğim demektir''

aslında herşeyden önce
aşkın işteş bir fiil olduğunu farketmek gerekir

aşk bilinmeyenlerle dolu olabilir
ama asla çok bilinmeyenli bir denklem değildir

aksine aşkın denklemi kurulduğunda
aşk ölebilir...

Ferhat ESKİCİ
nisan 2011

Şiirsel Saptamalar

Biz mi beceremiyoruz aşkı, yoksa aşk mı bize fazla ?
Ha aşk bize eksik ha biz aşka fazla
Sürekli ölçüp tartmak yakışır mı aşka ?
Nedir ki sevgim azaldı bitti tripleri ?
Madem ki biliyorsun söyle
'' Neydi aşkın ölçü birimi ? ''

Aşkımızın aşkın kendisine olduğunu sır gibi saklarken
Ölü bedenleri canlandırdık hislerimizle
İçimizi sarmışken koyu bir açlık hissi
Önümüze ilk çıkanlarla doyurduk kalplerimizi
Bir türlü sevilmeye terk edemedik bünyemizi
Acıktıkça da acıttık kendi kendimizi

İnsan farkedemiyor içinde olduğu anda içinden geçenleri
Sonra bir bakıyorsun yine aynı sessizlik yine elde olan hüzün
Yine ruhu sarmış yalnızlık ezgileri.
Aslında adam gibi de adamdı aşk
Fakat biz çok ıssızdık
Aşk yerine yare aşık olsaydık
Elbette kendimizden ıssız adamlar yaratmazdık

Uzun kış gecelerinde dışarıda soğuklar sevişirken
Damdam dama atlayan kedi havada donup yere düşerken
Hatta ayyaş bir şarapçı bir parkta sızıp kalmışken
Bizim sıcacık evimizde oturuyor olmamızın
Verdiği rahatlatıcı hisle sevmek lazım aslında.
Yani biraz umutla
Birazsa imkansız aşk tadından sıyrılmışçasına.
Ne gerek var ki zaten macera aramaya
Otur sıcacık evinde bak bence de dalgana.

Melankoli iyi de bu canım cicimler beni bozar
Hani şuan yanımda olsaydın kötü mü olurdu
Ya da yoksun bende ne eksik var ?
Bunları bilmek, düşünmek neye yarar ?
Bilirsin gidipte dönememek
Dönüpte bulamamak var...
Bu hafta sonu bir ötenazi partisine
İki kişilik biletim var
Ama sen ne olursun gelme ey sevgili
Zaten benimde gidip gitmeme konusunda kararsızlıklarım var

Var da var be sevgili
Birazcıkta olsa anlamışsındır beni
Varlığında yokluğunda zarar
İçimde büyük git-gel'ler
Hatta git te gelme'ler var
Altı üstü bu kadar

''Ferhat ESKİCİ''